Bir varmış, bir yokmuş. Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde, bizim Keloğlan yine bir gün neşeyle ormanda dolaşıyormuş. Elinde bir sopa, başında keçeden kavuğu, hem yürüyormuş hem de türkü söylüyormuş. Ormanın derinliklerine doğru ilerlerken yerde parlayan bir şey görmüş. Gözleri kocaman açılmış, “Bu da ne ola ki?” diye mırıldanmış.
Yaklaştığında, yerde duran bir çift altın ayakkabı görmüş. Ayakkabılar o kadar parlakmış ki güneş ışığı vurdukça etrafa yıldız gibi parlıyormuş. Keloğlan heyecanla ayakkabıları eline almış ve onları incelemiş. “Bu kadar güzel bir şeyi burada kim bırakır?” diye düşünmüş. Merakına yenik düşerek ayakkabıları giymiş.
Ne olduysa ayakkabıları giydiği anda olmuş! Keloğlan, bir anda inanılmaz hızlı koşmaya başlamış. Ayakları yere değdiği gibi sanki rüzgar gibi esip gidiyormuş. “Bu ayakkabılar sihirli!” diye bağırmış. Koşmanın keyfini çıkarırken bir anda kendini köyün dışındaki büyük çayırlıkta bulmuş.
Tam o sırada gökyüzünden bir kuş sürüsü geçiyormuş. Kuşlar, krallığın haberci kuşlarıymış ve sürekli bir şeyler bağırıyorlarmış:
“Kralın altın ayakkabıları kayboldu! Altın ayakkabıyı bulan hemen saraya getirsin!”
Keloğlan, kuşların söylediklerini duyunca biraz ürkmüş. “Demek ki bu ayakkabılar kralınmış. Ah, keşke giymeden önce bilseydim,” diye düşünmüş. Ama dürüst bir çocuk olan Keloğlan, ayakkabıları hemen sahibine geri götürmeye karar vermiş. “Doğru olanı yapmalıyım,” diye mırıldanmış ve sarayın yolunu tutmuş.
Sihirli ayakkabılar sayesinde çok hızlı bir şekilde saraya ulaşmış. Sarayın büyük kapısına vardığında nöbetçiler onu durdurmuş. “Hey, dur bakalım delikanlı! Burada ne işin var?” diye sormuşlar.
Keloğlan, elindeki ayakkabıları göstererek, “Kralın kayıp altın ayakkabılarını buldum. Onları sahibine geri getirmeye geldim,” demiş. Nöbetçiler şaşkınlıkla birbirlerine bakmışlar ve hemen Keloğlan’ı kralın huzuruna çıkarmışlar.
Kral, büyük tahtında oturuyormuş. Keloğlan, titrek bir sesle, “Kralım, bu ayakkabıları ormanda buldum. Onların sizin olduğunu öğrendim ve size getirdim,” demiş. Ayakkabıları krala uzatırken biraz mahcup olmuş çünkü onları giymiş ve kullanmış.
Kral, ayakkabıları görünce gözleri parlamış. “Ah, işte benim altın ayakkabılarım! Onlar benim en değerli hazinem. Ama nasıl buldun ve neden getirdin?” diye sormuş.
Keloğlan dürüstçe her şeyi anlatmış: “Kralım, onları bulduğumda çok merak ettim ve giydim. Çok hızlı koşabildiğimi fark ettim. Ama haberci kuşların ayakkabıları aradığınızı söylediğini duyunca onları size getirmek istedim. Çünkü doğru olan bu.”
Kral, Keloğlan’ın dürüstlüğünden ve cesaretinden çok etkilenmiş. Gülümseyerek, “Sevgili Keloğlan, bu dünyada zenginlikten daha değerli bir şey varsa, o da dürüstlüktür. Senin gibi birini ödüllendirmek isterim,” demiş.
Keloğlan ödül teklifini duyunca, “Kralım, benim için en büyük ödül doğru bir insan olabilmek. Ama eğer bana yardım etmek isterseniz, anneme biraz yiyecek ve yeni bir eşya gönderirseniz çok seviniriz. Çünkü bizim köyde hayat biraz zor,” demiş.
Kral, bu sözlerden daha da etkilenmiş ve hemen Keloğlan’ın ailesine yiyecek, giysi ve birkaç altın gönderilmesini emretmiş. Ayrıca Keloğlan’a, sarayda istediği zaman çalışabileceği bir yer sunmuş.
Keloğlan, büyük bir sevinçle annesinin yanına dönmüş. Annesi, onun dürüstlüğüyle gurur duymuş ve “Senin gibi bir evlat sahibi olduğum için çok mutluyum, oğlum,” demiş.
O günden sonra Keloğlan, dürüstlüğü ve cesaretiyle herkesin sevgisini kazanmış. Kralın verdiği hediyelerle annesiyle birlikte huzurlu bir hayat sürmüş. Ve elbette, hikayesi dilden dile anlatılmış.
Gökyüzündeki haberci kuşlar bile Keloğlan’ın hikayesini tüm ülkeye yaymış:
“Dürüstlük, en büyük zenginliktir!”
Ve gökteki kuşlar söylemiş, yerdeki insanlar dinlemiş…
Masal da burada bitmiş.